TUNA BOYLARI (Gezi Notları 6)
Belgrat
Sofya’dan ayrılıp Belgrat yönünde 30-40 km. ilerledikten sonra Rodop dağları ile Balkan dağlarının kesiştiği noktada çevresi yüksek dağlardan oluşan bir boğazdan geçiyoruz. Bu boğazın bir noktasında Sırbistan sınır kapısına ulaşıyoruz. Avrupa’da sınır kapıları gezimizin en can sıkıcı anlarını oluşturuyor. Avrupa Birliği üyesi ülkelere ait araçlar ve gruplar beklemeden buralardan geçiş yaparken, biz saatlerce beklemek zorunda kalıyoruz. Gümrük işlemleri tamamlandıktan sonra da bir süre dağlık alanda yolumuza devam ediyoruz. Yer yer Türkçe lokanta reklamları karşımıza çıkıyor. Fakat yemek için mola verdiğimizde yeterli hizmet veremediklerini anlıyoruz. Bir gruba hizmet verecek yeterli hazırlıkları olmadığını düşünüyoruz.
Dağlar sona erip geniş düzlükler ortaya çıkınca yol tabelalarından Niş olduğunu anladığımız büyükçe bir şehir bizi karşıladı. Niş, Osmanlı tarihi içerisinde de önemli bir yer tutuyormuş. Osmanlı padişahları Orta Avrupa içlerine yapacakları seferler için orduyu burada toplayıp savaşa hazırlıyormuş. Türkiye’den uzaklaştıkça mutfak kültürümüze uygun yemek bulmakta zorluklarla karşılaşmaya başladık. Niş’i geçince Bayburt’lu bir vatandaş tarafından işletilen bir lokantada yemeğimizi yedik. Burada yemeğimizi yedikten sonra , Avrupa ülkelerinde pek bulunmayan demleme çay da bulduk. İçtiğimiz bu çaylarla iki günlük özlemimizi dindirdik.
Belgrat’a yaklaştıkça uçsuz bucaksız bir ova karşılıyor bizi. Gerçekten çok geniş ve verimli topraklar. Dağlar çok uzaklarda kaldı. Belgrat’ın yerleşim alanı kısmen engebeli, en yüksek noktası belki de Belgrat kalesidir. Buraya akşama yakın saatlerde geldik. Tuna nehri ile Sava nehri bu kalenin önlerinde birleşiyor. Bu durum kaleden muhteşem bir görünüm sunuyor. Belgrat kalesi başlı başına görülmeye değer. Belgrat tarihte çok sayıda işgale uğramış bir şehir. Belli ki farklı yönüyle ilgi çekiyor ve sahip olma isteklerini kamçılıyor.
Belgrat- Tuna ve Sava Nehirlerini birleştiği yer
Kale halka açık, kalenin içi ve girişleri bir çok etkinlik için hazırlanmış, sanatsal ve sportif amatörce etkinlikler çoğunlukla burada yapılıyor. Belgrat halkının gezinti ve eğlence alanı haline getirilmiş. Özellikle geceleri cıvıl cıvıl. İnsanların burada olmaktan doğan mutlulukları yüzlerinden okunuyor. Sırbistan ekonomisi çok iyi durumda olmamasına rağmen insanların yaşam kaliteleri yüksek görünüyor. Sokaklarda dilenci yok, hırpani kılıklı insan yok. Terör korkusu yok, huzursuzluk yok. Çevresini rahatsız eden maganda denilebilecek kimseler yok. İnsanların mutluluğu davranışlarına yansıyor. Şehrin canlı noktalarından biri de öğrenci meydanı diye adlandırılan kısımdır. Belgrat üniversitesinin birçok fakültesi bu çevrede bulunuyor, bu bölge şehrin de önemli yerlerinden. Şehirde özellikle gece bir canlılık var. Belgrat yaşayan bir şehir görüntüsü veriyor. Şehirde son savaşın bazı izleri görülüyor. ABD savaş uçaklarınca bombalanmış devlet binalarının enkazı halen duruyor. Belgrat’ın tarihte 130’un üzerinde işgale uğradığı biliniyor. Ekonomisinin iyi olmadığı binaların bakımsızlığı şeklinde kendini gösteriyor.
Belgrat’ta bakımsız binalar
Sıvaları dökülmüş, boyaları solmuş, o haliyle bekliyor. Türk gezi guruplarının şehri en çok ziyaret edenler arasında yer aldığı söyleniyor. Şehrin yeni bölümü Tuna’nın karşı kıyısında yer alıyor. Şehirde ulaşım toplu taşıma sistemi ile çözülmüş. Hafif raylı sistem şehir içinde hizmet veriyor. Çevresi ile ulaşımın da trenlerle sağlandığı görülüyor. Şehir beton yığını haline getirilmemiş. Yeşil alanlar bir hayli fazla. Şehrin iki milyona yakın nüfusu var.
Belgrat’tan ayrılıp Novi Sad yönünde , yine çok geniş ve verimli bir ovada ilerliyoruz. Bu arada tekrar Tuna üzerinden geçiyoruz. Tuna’nın suladığı bu topraklar yemyeşil. Çevresinde söğüt, kavak … gibi ağaçlardan oluşan sulak ve ağaçlık alanlar var.
Budapeşte
Macar ovaları Balkanlardan sonra bilinen en verimli alanlardır. Belgrat’tan Budapeşte’ye kadar sürekli olarak bu ovalarla karşılaşıyoruz. Bizim Konya ve Harran ovalarımız gibi. Fakat bu ovalar bizde olduğu gibi çıplak değil. Ağaçlık, ormanlık alanlar hatırı sayılır miktarda yer tutuyor. Tarlalar iyi değerlendirilmiş. Modern tarım tekniklerinin uygulandığı dikkati çekiyor. Yüzey suları bol. Arazide doğal dere ve çayların yanında yapay sulama kanalları görülüyor. Geniş tarlaların sulanmasında kullanılan ve traktör yardımıyla harekete geçirilen sistemler var. Yaz aylarında yağmurlama sistemi ile sulama yapılıyor. Bu sistem traktörle hareket ettirilerek tarlanın tamamı sulanmış oluyor. Ancak ürün çeşitliliği olduğu söylenemez. Farklı olarak lavanta tarlaları dikkati çekiyor. Belli ki kozmetik sanayiine önemli bir hammadde sağlanmış oluyor.
Bir lavanta tarlası
Yol boyunca Orta Avrupa köylerini görüyoruz. Köylerde tek katlı, iki katlı evler var. Çatıları ülkemizdeki evlerin çatılarından daha dik. Çatı katları da yaşam alanı olarak düzenlenmiş. Bu durumun kış ve bu mevsimde yağan kar nedeniyle alınan bir önlen olduğunu anlıyoruz. Evler neredeyse tek tip . İnsan bu köylerde üç-dört-beş katlı bina yapacak maddi gücü olan yok mudur? diye düşünüyor. Bu insanların kültüründe bizde olduğu gibi doğanın gözünü çıkaracak bir anlayış yok. Yaşadığı coğrafyaya uygun konut tipi üretiliyor. Belli ki lüks ve israfa yer verilmemiş. Komşusundan daha büyük ve yüksek bir eve sahip olma gibi üstün görünmeye ihtiyaçları da yok.
Budapeşte tarihi ve mimari yönden çok önemli bir merkez. O nun için Tuna’nın incisi de deniliyor.
Budin Kalesi (iç kısım), önde Balıkçılar kasrı
Şehir Buda ve Peşte olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Şehrin eski ve tarihi bölümü Buda tarafındadır. Bizim tarihimizde Budin Kalesi olarak geçen yer de bu bölümdedir. Giriş bölümüne Balıkçılar Kasrı da deniliyor. Buda şehrin coğrafi olarak dağlık, tepelik olduğu kısımdır. Budin neredeyse hiç bozulmadan günümüze taşınabilmiştir. Kaleleri, burçları, katedralleri ile tarihi günümüze taşımaktadır. Bunun bir istisnası var. Kalenin ve ünlü katedralin hemen bitişiğinde çok yıldızlı bir otel inşa edilmiş, tarihi dokunun bağrına bir hançer sokulmuştur. Bu otelde bizim başbakanlarımızdan birinin başına kötü bir olay geldiği rehberler tarafından gezi gruplarına anlatılmaktadır. Türk Kültürü açısından büyük bir öneme sahip olan Gülbaba Türbesi de buradadır, ancak; rehberimiz Türbenin bir tepe üzerinde olduğunu, Türbede onarım ve buraya giden yollarda yapım çalışması olduğunu söyledi. Burayı görmemiz mümkün olmadı. Sanki Türk ziyaretçilere gösterilmek istenmiyormuş gibi bir şüpheye kapıldım. Hristiyanlığın yayıldığı ilk yıllarda önemli bir kişi olan Aziz Galert’in adını verildiği Galert tepesi de görülmeye değer yerlerden. Şehir panoramik olarak muhteşem görünüyor. Çevresinde ekonomik durumu iyi olanlar oturuyor. Tarihi doku korunmuş. Bu tepenin eteklerinde Osmanlı döneminden kalma kubbeli bir Türk hamamı var. Bizim şehirde görebildiğimiz tek Osmanlı eseri denilebilir. Sanki Osmanlı eserleri bilinçli olarak ortadan kaldırılmış. Yüzlerce yıl bu topraklara hükmetmiş bir imparatorluktan daha fazla izler olması gerekirdi.
Peşte bölümü 1840 lı yıllarda geçirdiği bir sel baskını sonrası yok olmuş. Daha sonra yeniden inşa edilmiştir. Önce zengin tüccarların yaşadıkları bina ve semtler oluşmuş, hatta bazı derebeyi şatoları inşa edilmiştir. Bir gece konakladığımız tarihi Hungarin Oteli de buradaydı. Şehirde başta meydanlar ve dini yapılarla, devlet binaları dikkat çekici. Çok ünlü Kahramanlar meydanı, Katedral ve Parlamaento binaları bu bölümdedir. Şehirde bulunan eski-tarihi binalar olduğu gibi korunmuş, kesinlikle yık-yap anlayışı yok. Macarlar tarihlerine çok fazla sahip çıkıyor. Kökenlerinin Orta Asya’ya dayandığını kabul etmekle birlikte, Türklerle aynı soydan olduklarını kabul etmek istemiyorlar. Ataları olan ve Orta Asya’dan gelen 10 kavmin 3 ünün Türk ,7 sinin Macarların atası olan diğer kavimler olduğunu söylüyorlar. Bunlar destanlaştırılmış, anlatılan söylenceler ile ilgili heykeller yapılmış. Çok görkemli olan bu heykeller Kahramanlar meydanında sergileniyor.
Kahramanlar Meydanında bir anıt
Macar rehberimiz Veronika da anlatımlarında kendi tarihini ön plana çıkarmada başarılı sayılır. Anlatım ve tanıtımlarında bu can alıcı noktaları ustalıkla ön plana çıkarıyor. Türk insanının sosyal, kültürel yapısını da iyi biliyor. Görevini daha ilginç bir şekilde sürdürebilmek için belki de hayalinde canlandırdığı bir Türk genciyle aralarında geçen bir aşk öyküsünü de ustalıkla sunuyor. Türk insanının pembe dizilere olan ilgisini biliyor. Doğal olarak bu öykü herkesin çok ilgisini çekiyor. Bu arada Macaristan’ın ekonomisinin iyi olmadığını, emeklilerin 500-600 euro( Bizim paramızla 1800-2000 tl) ile aylık giderlerini karşılamak durumunda olduğunu, çoğunluğun 50-60 m2 evlerde oturduğunu, ekonomik yönden sıkıntı çektiğini söyledi. Bizim ülkemizdeki Bağ-Kur, SSK , Memur emeklilerimizin aldığı emekli maaşının reel olarak bu miktardan çok daha az olduğunu bilmiyor olmalıydı. Ama bizim ülkemizi yönetenler birçok Avrupa ülkesinin ekonomilerinin bize göre daha kötü olduğu masalını anlatıyor.
Şehrin iki yakasını birleştiren , Tuna Nehri üzerinde dokuz adet köprü var . Bu köprülerden beş tanesi tarihi körü, diğerleri yakın tarihte inşa edilmiş. Bu tarihi köprülerin en ünlüsü Zincirli köprü olarak biliniyor. Şehrin güzelliklerini daha yakından ve daha iyi görebilmek için Tuna üzerinde bir yat gezisi yaptık. Yaklaşık bir saat on beş dakika süren bu gezi çok keyifli anlarımızdandır. Yat personeli bu geziye katılanlara önce isteğe bağlı bir içecek ardından da kendi spesiyaliteleri olan farklı meyve sularının karışımı bir limonata ikram ediyorlar. Gezi yatımızın hareketiyle Budapeşte’nin görkemli yapılarını daha yakından görmeye başlıyoruz.
Tuna nehri, Macaristan Parlomento Binası
Katedral ve Parlamento binasının Tuna üzerinden görünüşü muhteşemdir. Budin kalesinin de görünüşü çok etkileyici. Tuna, Macaristan’ın denizi sayılabilir. Üzerinde boy boy gezi tekneleri, hatta Tuna üzerindeki Avrupa’nın değişik şehirlerine uğrayan, bir haftalık süre ile müşterilerini hem gezdiren, hem de onlara barınma olanağı sunan yüzer oteller var. Gezimiz sırasında şehrin iki bölümü arasında Tuna üzerinde üç kilometre uzunluğunda bir adanın da çevresinde dolaştık. Ormanlarla kaplı bu adada bazı sosyal tesisler, oteller, kilise gibi dini yapılar var.
Akşam, Budapeşte’ye gelmişken çigan müziği dinlemeden, bu havayı koklamadan buradan ayrılırsak, gezimiz bir yönüyle eksik olur diye düşünerek gece Borkatakomba adlı mekana gidildi.
Budapeşte’de çigan gecesi
Burası aslında bir mahzen. Bu mahzenin uzunluğunun 200 km. olduğu ve 40 km. sinde şarap depolanmış olduğu bilgisi verildi. İşletme sahibesi bizi kapıda karşıladı. Misafirlerine şarap ve kanepe türü yiyecekler ikram etti. Küçük bir müzik sunumu yapıldı. İçeriye girildiğinde çok büyük şarap fıçılarıyla dizayn edilmiş bir yer ortaya çıktı. Bu fıçılar içine masalar yerleştirilmiş,2-4 kişilik gruplar bu masalarda ağırlanıyordu. Biz kalabalık bir grup olduğumuz için daha geniş bir alanda yer aldık. Bir süre sonra Yunanlı grup ta buradaki yemeğe katıldı. Biz Türklere göre daha gürültücü oldukları söylenebilir. Yemeğimiz Macarların meşhur yemeği Gulaş ile başladı. Gulaş sebzeli taskebebı- çorba karışımı sulu bir yemek. (Avrupa şehirlerinin diğerlerinde bunun dışında sulu yemek görmedik.) Ardından patates kızartması, fırında ördek, kuskus benzeri bir yiyecek ve istenildiği kadar şarap sunuldu. Orkestra , iki saat kadar süreyle çigan(çingene) müziğinden örnekler çaldı. Dans gösterileri yapıldı. Değişik bir gece yaşamış olduk.
Peşte’deki Hungarin otelinde konakladık. Büyük ve tarihi bir otel. Rahat bir gece geçirdiğimizi söyleyebilirim. Burada rütbeli bir grup Türk ve Amerikan askerleri ile karşılaştık. Nato ‘nun düzenlediği bir çalışmaya katılmak üzere Macaristan’da bulunuyorlarmış. Bunlar dışında gezi programımız kapsamında uğradığımız hiçbir ülkede askeri elbiseli görevli görmedik. Sabah otelimizden Slovakya üzerinden Çek Cumhuriyetinin Prag şehrine gitmek üzere otobüsümüzle yola çıktık.
Bratislava
Rajka üzerinden yolumuza devam ederek Slovakya topraklarına girdik. Avrupa’da AB üyesi olmayan ülkelerin insanları ve araçları sınır kapılarında sıkı bir kontroldan geçiriliyor. Hele bizim gibi dünyada çatışmaların yaşandığı bir coğrafyada bulunan ülkeler daha sıkı kontrol ediliyor. Bu da zaman kaybı demektir. Bu yolu tercih etme nedenimiz Slovakya gümrük kapısındaki işlemler daha çabuk hallediliyor olması. Giriş yaptıktan bir süre sonra Slovakya’nın başkenti Bratislava’dan geçiyoruz. Gezi programımızda olmadığı için durmuyor, yolumuza devam ediyoruz. Bratislava Tuna nehri boyunda kurulmuş bir şehir. Çok büyük değil. Ülkemizdeki orta büyüklükteki şehirler kadar.
Prag ( Çekçe, Praha diye telaffuz ediliyor)
Çek Cumhuriyetine girdikten bir süre sonra yol kontrolü yapan polis yoldan geçen binlerce araç içerisinden bizi seçerek özel bir arama alanına götürdü. Burada bazı bavullar açılarak ve köpek ile otobüsün her yanı arandı. Gelişmiş bir cihazla otobüsümüzün röntgeni çekildi. Sonuçta sakıncalı bir durum olmadığı anlaşılınca serbest bırakıldık ama bize epey zaman kaybettirmişti. Bizim
Prag ve Vltava Nehri
kontrolumuz bittiği sırada yine Afgan ve Pakistanlı yolcuların bulunduğu bir otobüs kontrol için bu alana getirilmişti. Suriye’deki çatışmalardan ve Suriye’li mültecilerden pek hoşnut değillerdi. Demek ki Avrupalı olmayanlar onların anlayışına göre potansiyel tehlikeydi . Doğulu olmakla suçlu olmak aynı anlamdaydı. Biz kendimizi Avrupalı saysak ta onlar bizim gibi düşünmüyordu.
Prag aslınca Tuna üzerinde bir şehir değil. Ama Belgrat’ta, Viyana’da, Budapeşte’de olduğu gibi o da bir nehrin iki yakasında kurulmuş bir şehir. Bu nehir Vltava nehridir. Tuna gibi Kradeniz’e değil kuzey denizine dökülür. Prag doğa ile tarihin birleştiği önemli şehirlerden biri. Yolda polisin bize kaybettirdiği zaman nedeniyle şehri daha az bir zamanda gezip görmeye çalıştık. Yerel rehberin anlattıklarına göre şehirdeki tarihi binaların önemli bölümü Rönesans döneminden kalma , tarz olarak barok, gotik tarzlar ön plana çıkıyor. Bu binalar, Cumhurbaşkanlığı çalışma ofisi, başbakanlık, bakanlık binaları ve diğer kamu hizmetlerinde kullanılıyor. Tarihi binaların %80 halkın ziyaretine açık , Cumhurbaşkanı’nın bu tarihi binalardan birinde üç odalı bir dairede ikamet ettiği verilen bilgiler arasında. Avrupa şehirlerinin en önemli ve görkemli yapılarını çoğunlukla dini yapılar oluşturuyor. Katedraller çok görkemli, saray ve devlet binaları köprüler ve heykeller de görülmeye değer. Şehrin iki yakasını birleştiren Karl köprüsü heykelleri ile ünlü. Bu köprü üzerindeki heykellerin ikisinde Türk figürü işlenmiş.
Karl Köprüsünde heykeller
Ancak bu heykellerde Türkler zevke, sefaya, kadına düşkün, düzenbaz, sahtekar, hilebaz, şiddet yanlısı, esir ticareti yapan kişiler olarak yansıtılıyor. Türk’lere karşı olumsuz bir bakış hakim. Bu Osmanlının Avrupa içlerine salmış olduğu korkunun bir sonucu olsa gerek. Avrupalı halen bu korkuyu üzerinden atmış değil.
Ortaçağ gecesi adı altında düzenlenmiş bir geceye katılarak, Prag’ın havasını daha yeterli bir şekilde teneffüs etmek istedik. Ancak , hiç te tatmin edici bir sunum değildi. İki korsan ya da ortaçağ eşkıyasının kaba güç gösterisi ve biraz da oryantal dans ile gösteri sürdürüldü. Gayda (tulum) ve zurna eşliğinde davul ve vurmalı çalgılarla ortaya konan müzik ilgi çekiciydi. Konakladığımız otelden sabah Viyana’ya gitmek üzere yine Slovakya topraklarından geçerek yola devam ettik.
Viyana
Viyana için müziğin ve sanatın başkenti denir. Viyana şehri sayıları 20 nin üzerinde bölümlerden oluşuyor. Bu bölümler içerisinde I. Viyana tarih açısından en önemli olandır. Burada Katedraller, Saraylar, Tiyatrolar, Konser Salonları, devlet binaları yer alıyor. Barok mimarinin en güzel örneklerini Viyana’da görmek mümkün.
Aziz Stephan Katedrali
Aziz Stephan Katedrali ve meydanı, Hofburg ve Belvedere Sarayları görülecek yerlerin başında geliyor. Her Meydanda, caddede büyük bir sanat eseri olan heykeller karşımıza çıkıyor. Viyana, ölümsüz birçok müzisyene ev sahipliği yapmış ve eserlerini burada vermişlerdir.. Şehirde alelade hiçbir şey yok. Günlük yaşam çok düzenli bir şekilde sürüyor. Yaşamın her alanında kurallar işliyor. Trafik kargaşası yok. Cadde ve sokaklarda da yol kenarlarına park edilmiş otomobil görmedik. Çok sınırlı bir şekilde park alanlarında var. Burada yaşayan insanların ekonomik durumları bizim insanımızdan çok daha iyi olduğuna göre otomobil sahibi olmadıkları düşünülemez. O zaman park sorunu nasıl halledilmiştir. Bizim toplumumuzu yönetenler bu konuyu inceleyip, bundan örnek alır mı? . Ulaşım daha çok metro ile sağlanıyor. İnsanlar birbirine karşı uygarca davranıyor. Otobüsümüzle buraya yakın bir park alanına girdiğimizde şoförümüz aracı nizami bir şekilde park etmek için çok çaba harcadı. Bunun nedenini aracın gelişigüzel park çizgilerine basacak şekilde park edilmesi halinde büyük cezalar ödenmek zorunda kalınacağını söyledi. Hiç kimse belirlenen kurallara aykırı hareket edemezdi. Yayaların yol geçişlerinde otomobil sürücüleri geçiş önceliğini yayalara tanıyordu. Herkesin hakkını hukukunu bildiği bir durumda kaza ve kavga da olmuyordu. İnsanlar haklarını bildikleri kadar hadlerini de biliyorlardı. Davranışlarında rahatlık seziliyordu. Kimsenin terör korkusu, iş gerginliği, toplumsal baskı endişesi yoktu. Toplumun uyacağı kurallar belirlenmiş, uyulmaması halinde uygulanacak yaptırımlar da uygulamaya konulmuştu. Alınacak birkaç oy uğruna hiç kimseye bu kuralları çiğneme hakkı tanınmıyordu. İşte bu batılı düşünce sistemiydi. Bizim ülkemizde ise kurallara uymanın enayilik sayıldığı, kuralsız hareket edenlerin kazançlı çıktığı gerçeği ortadadır.
Damak tadı Türk Mutfağına göre oluşmuş olanların Avrupa şehirlerinde yemek sıkıntısı çektiği bilinir. Bu sıkıntıyı biz de yaşadık.
Viyana’da bir Türk Lokantasında
Viyana’da bizim Türkler tarafından işletilen lokanta veya kebapçılar olabileceğini düşünerek, arayış içerisine girdik. Gezdiğimiz yerlere yakın bir Türk lokantası bulunca sevindik. Döneriyle, ayranıyla kendimize bir ziyafet çektik. Viyana’nın Kafelerinin ününü bildiğimiz için bir kafede oturup kahve içtik. Kafeye girişimizde boş bulduğumuz masalara oturduktan sonra garson gelerek bize oturmamız için başka bir masayı gösterdi. İlk masa genç gruplara aitmiş. Biz de burada kurallar geçerli diyerek gösterilen yerimize oturduk. Dedik ya Avrupa’da kurallar geçerli.
Şehirde gezerken bizler gibi Türk gezi gruplarına rastlıyoruz. Arada karşılaştığımız Türk öğrenciler de oluyor. İşçi olarak bu ülkede çalışanlar da var. Yabancı bir ülkede bizim dilimizi konuşan insanlar bulmak, çok güzel. Akşamları alanlarda çeşitli gruplar gösteriler yapıyor. Bunların içinde klasik müzik konseri veren bir grup vardı.
Stephanplatz ‘da müzik
Viyana Yaylı Çalgılar Orkestrasını izleyemesek te izlediğimiz orkestra çok güzel çalıyordu. Şehir gezimizi tamamlayarak otelimize gidildi. Uzun yolculuktan yorulmuş olarak derin bir uyku çekerek sabah yeni yolculuğumuza hazırlandık. Yolculuğumuz Hırvatistan’ın Başkenti Zagrep yönünde devam edecek.
Sabah yolculuğumuz başladığında Graz şehri yönünde yol alıyoruz. Yol üzerinde gözümüze sanayi tesisleri çarpıyor. Daha önce gezdiğimiz ülkelere göre Avusturya bir sanayi ülkesi sayılabilir. Graz, dağlık bölgeyi aşınca karşımıza çıkan geniş bir düzlükte kurulmuş. Üretim yapan birçok fabrika görüyoruz. Yolumuza devam ederken yine düz ovalar sona erdi ve daha yüksek dağlar karşımıza çıktı. Tekrar coğrafya bilgimize başvurarak bunların Alp dağlarının Avusturya topraklarındaki bölümü olduğunu anladık. Yol boyunca bu dağlık bölgede çok güzel doğa manzaraları ve bu yeşil cennetin içerisinde dağ köyleri vardı. İnsan bu görüntü karşısında bu köylerde yaşama isteği duyuyor. Yoldan göründüğü kadarıyla çevresi ile uyumlu ve tertemiz köyler. Sanki hiç insan yaşamıyor. Yetenekli bir ressam tablo yapmış ve onun yaptığı tabloyu seyreder gibiyiz.
Avusturya Alplerinde bir köy
Avusturya topraklarından çıkarak Slovenya topraklarına giriyoruz. Slovenya’da verimli topraklara sahip küçük bir ülke. Başkenti Lubiana yolumuz üzerinde olmadığı için uğramıyor, Hırvatistan sınırına yöneliyoruz. Yol boyunca şehir , kasaba ve köylerden geçiyoruz. Yerleşim yerlerinin görünüşünden edindiğimiz izlenim, halkın gelir düzeyinin iyi olduğu yönünde. İki milyon dolayında bir nüfusa sahip. Slovenya topraklarında yolumuza devam ederken bir süre sonra yanlış bir yola girdiğimiz anlaşıldı. Yaklaşık 30 km. kadar sapmamız gereken noktayı geçmişiz. Geriye dönerek doğru yolumuzu bulabildik. Bu bize bir süre zaman kaybettirmişti. Slovenya bir AB ülkesi ve para birimi Euro . Ancak bundan sonra topraklarına gireceğimiz Hırvatistan’da AB ülkesi olduğu halde kendi parası ola Kuna yı kullanıyor.
Hırvatistan’ın Zagreb şehrine gitmek üzere yolumuz devam ediyor.
Saim Ertün Son Yazıları...
- 07/03/2019 Köy Enstitülü Ulu Çınarlardan Bir Mücadele İnsanı: Hamdi Derya
- 30/01/2017 Slovenya’dan Dubrovnik’e (Gezi Notları 7)
- 05/12/2016 TUNA BOYLARI (Gezi Notları 6)
- 13/10/2016 ATA TOPRAKLARI ( Gezi Notları 5)
- 09/05/2016 Ezberci Eğitim
- 22/12/2015 Çocuğumuzun Eğitimi
- 27/10/2015 Bir Kitap Üzerine… “Şarkiyatçılık”
- 08/12/2014 EĞİTİM ve KORKU
- 05/12/2013 Doğunun En Batı, Batının En Doğu Kenti: Selanik (Gezi Notları 4)
- 27/07/2013 Kavala’da Bir Kapadokyalı (Gezi Notları 3)
Yorumlar...
İsmail Bayırlı
22/04/2021 22:25Saim Bey yazılarınızı zevkle okudum. Yalın ve akıcı bir anlatımla yazmışsınız. Çok beğendim. Aynı anlatımı kitabınızı okurken de izlemiştim. Güçlü bir dile ve kaleme sahipsiniz. En içten dileklerimle kutluyor, bu güzel çalışmaların devamını temenni ediyorum.