“Bûka Baranê” Belgesel Filmi Çanakkale’de İzleyicilerle Buluşuyor

01 Mayıs 2013

“Bûka Baranê” belgesel filmi, 04 Mayıs Cumartesi günü saat 18.30’da Çanakkale‘de, Yalı Hanı’nda izleyiciyle buluşuyor. Etkinlik Ece Ayhan Buluşmaları Sivil İnisiyatifi ve CABININ (Çanakkale Bienali İnisiyatifi) işbirliğiyle ücretsiz olarak gerçekleştirilecek.

Hafıza Merkezi‘nin yapımcılığında, yönetmenliğini Dilek Gökçin’in yaptığı 2013 yılı yapımı, 60 dakikalık süreye sahip belgesel filmin konusu şöyle:

Bûka Baranê, Kürtçe’de Yağmurun Gelini anlamına geliyor. Gökkuşağının Kürtçe’deki karşılığı bu.
Belgesel, 1989 yılında Hakkari’nin Yüksekova ilçesinin Befircan ya da Türkçe adıyla Karlı köyünde ilkokul öğrencilerinin okul bahçesinde çektirdikleri bir fotoğraf ile başlıyor. Fotoğrafta poz veren çocukların çoğu yaklaşık 25 yıl sonra aynı köyde bir düğün için bir araya geliyor. Onlar düğün için hazırlanırken biz de bu çocuklardan 10’unun 90’lı ve 2000’li yıllar boyunca yaşadıklarına tanıklık ediyoruz. Bûka Baranê, savaşın gündelik hayatın bir parçası haline geldiği bir bölgedeki bir köyde büyüyen çocukların hikayesine odaklanıyor. Türkiye’nin yaklaşık 30 yıldır yaşadığı savaşın da hikayesine. Belgesel bu süreçte sıradan insanların yaşadıkları temelinde barışa olan özlemi dile getiriyor.

Politik Art’ta yayınlanan, Yönetmen Dilek Gökçin’in kaleminden, Bûka Baranê’nin yapım hikayesi:

Geçmişe düşen, geleceğe uzanan Bûka Baranê
Hafıza Merkezi, geçmişte yaşanan hak ihlallerine ilişkin hakikatlerin ortaya çıkmasına, bu ihlallerin belgelenmesine, toplumsal hafızanın güçlenmesine ve bu ihlallerden etkilenenlerin adalete erişmesine katkı sağlamayı amaçlayan bir sivil toplum kuruluşu.
Merkez kuruluşunun ilk yılında “Konuşulmayan Gerçek: Zorla Kaybedilmeler” başlıklı Şırnak’ta bir çalışma yürütecek, ben de Hafıza Merkezi’ne kayıplar üzerine bir belgesel çekeceğim. 2012’nin Ocak ayında belgesel üzerine tartışıyoruz. Acaba zorla kaybedilen tek bir kişiyi mi anlatalım, yoksa kaybedilmelerin yoğun olarak yaşandığı bir mekandan mı yola çıkalım? Birden aklıma birkaç yıl önce İrfan Aktan’ın Geo dergisine yazdığı, “Nehil Sazlıklarının Gizemi, Yüksekova’nın Özlemi” başlıklı yazısı geliyor.
O yazıda, bundan sadece yirmi yıl kadar önce, eşsiz bir kuş cenneti, doğal park görünümündeki Gever’in (Yüksekova) Nehil Irmağı ve ırmağın kenarındaki devasa sazlıkların büyüleyici güzelliği anlatılır. Sazlıkların “güvenlik gerekçesiyle” yakılarak hızla tükenişi, ilkbahar mevsiminde ilçeyi sarmalayan Cilo, Sat, Mor ve Zagros dağlarından akıp gelen kar suyuyla taşıp, ovayı bir göle çeviren ırmağın önünün açılarak Zap Suyu’na karışması sonucunda, hayvanlar küsüp gider, kuşlar susar, geriye kupkuru bir ova kalır.
“1980’lerin başından beri süren savaşın sadece insanları yok etmediğini, ‘güvenlik gerekçesiyle’ devlet güçleri tarafından yakılan ormanların, yatağı değiştirilen akarsuların, Kürdistan’da eko-sistemi de yok ettiğini, Nehil üzerinden anlatırken, Gever’deki zorla kaybetme olaylarını da ele alalım” diyorum. Üstelik Gever; son yıllarda Kürt hareketinin, direnişinin önemli bir merkezi, devletle psikolojik bağın neredeyse hiç kalmadığı bir ilçe… Fikir beğeniliyor. Hemen İrfan’ı arıyoruz ve iki gün sonra ben, Murat Çelikkan ve İrfan Aktan uçakla Wan’a, oradan da karayolu ile Gever’e doğru yolu çıkıyoruz..
3000 metreye yaklaşan yükseklikteki Güzeldere geçidinden sonra, bambaşka bir dünyaya giriyoruz, göz alıcı Colemêrg (Hakkari) coğrafyası… İki ay sonra erimeye başlayacak kar sularının dağlardan inmesi ile deli deli akacak olan Zap’la buluşuyoruz. İlk kez 1986 yılında geldiğim bu coğrafyada nefes kesen, baş döndüren bir güzellik var. Zirveyi görmek için başını kaldırmak zorunda olduğunuz dağlar, bu kez tümüyle bembeyaz bir örtünün altında. Sonsuzluk duygusu insanın içini kaplıyor.
Birçok Kürt gibi genetik kodlarında dengbêjlik olan İrfan bize Nehil ve sazlıkla ilgili söylenceleri anlatıyor. Sazlıkların bir ejderhasının olduğunu, ovanın geceleri horladığını, sazlığa girerken, kaybolmamak, kaybolurlarsa da birlikte kaybolmak için bellerinden iple birbirlerine bağlandıklarını… “Efsane gerilla komutanı” Brusk’un, güvenlik güçlerinin elinden kaçıp, dört gün dört gece yemeden içmeden, uyumadan, sazlıkta saklandığını… Masal diyarında, masal dinleyerek yol alıyoruz.
Tüm Kürdistan’ın yakılıp yok edilen bu sazlığa benzediğini, Kürtlerin kaybolmamak için bellerinden iple birbirlerine bağlanmalarını, ipini çözenin yolunu bulmakta zorlanacağını düşünüyorum.
Bembeyaz dağlara karanlık çöktüğünde Gever’e varıyoruz, üç gün boyunca Nehil ırmağının önünün niye açıldığını soruşturuyoruz. Tüm yetkililer ve orta yaş üstü Geverliler, ırmağın önünün açılıp, sazlıkların yakılmasının “güvenlik gerekçesiyle” değil, üç dönem üst üste Gever belediye başkanlığı yapan Pinyanişi aşireti reisi, adı “Yüksekova Çetesi” davasında da geçen Mustafa Zeydan tarafından rant amaçlı açıldığını söylüyor.
Bellek, yaşanan ortamdan etkileniyor. Yıllardır bütün şiddeti ile bölgede süren savaş, algımızı “güvenlik gerekçesine” odaklayıp, Nehil örneğinde bizi yanılgıya düşürüyor. İstanbul’a dönüp, düşünmeye devam edeceğiz.
Son gece İrfan’ın köyü Befircan’daki evinde, annesinin yaptığı şahane yemekleri yedikten sonra çaylarımızı içerken hep birlikte sohbet ediyoruz. Bizim dengbêj köyle ilgili anılarını anlatıyor ve sonra bize bir ilkokul fotoğrafı gösteriyor. Gökkuşağının altında çekilmiş, birleştirilmiş sınıf fotoğrafı…
Türkiye’nin her yerinde çekilebilecek ve bir anlatı malzemesi olabilecek bu fotoğrafı özel kılan, 30 yıldır süren savaşın en yoğun yaşandığı bölgede, Gever’in bir köyünde çekilmiş olması. İrfan’ı soru yağmuruna tutmaya başlıyorum… İrfan aklımdan geçeni anlayıp, hemen “unut” diyor.
Bu köyde yaşananların bir istisna olmadığını, Kürdistan’daki yüzlerce köyde, binlerce çocuğun benzer koşullarda büyüdüğünü biliyoruz, ama bu özel fotoğraftan yola çıkarak genelin resmini çekebiliriz. Savaş politikalarının tüm etkilerini yaşamış bu çocukların, neler yaşayarak bu günlerini kurduklarını, gelecekten ne beklediklerini yalın bir dille aktarabilirsek, yıllardır süren savaşı sadece ana akım medyada izleyen ve okuyanlara, kendilerine aktarılanlarla yaşananlar arasındaki farkı gösterip, belki bir “farkındalık” yaratabiliriz.
İrfan’ı zor da olsa ikna ettikten sonra, diğer tanıklara ulaşıyoruz. Fotoğrafta yer alanlardan, kimileri bizimle konuşmaya yanaşmadı; aralarında yaşamayanlar, hapiste, dağda olanlar vardı.
Kısa bir süre sonra yeniden bölgeye gidip, bizimle konuşmayı kabul edenlerle ön görüşmeler yapıyoruz. Ağustos ayının son haftası köyde bir düğün var, köyde yaşamayanlar da köye gelecek, çekimleri o zaman yapmayı planlıyoruz.
Ağustos ayının sonunda kameramızı alıp, Befircan köyünün yolunu tuttuk. 22 Temmuz’da başlayan sıcak çatışmalar nedeniyle ilk oluşturduğumuz ekip bölgeye gelmekten vazgeçti. Yeni bir ekip oluşturup, ağustos ayının sonunda kameramızı alıp Befircan’a gittik. Befircan sırtını bir dağa yaslamış bir köy, dağın arkası Oramar (Dağlıca). Tüm çekimler boyunca dağın arkasında çatışmalar sürüyordu. Düğünümüzü ve söyleşilerimizi yaptık. 1980’lerin başında doğup, neredeyse 30 yıldır süren savaşla büyüyen çocuklar bize yaşadıklarını içtenlikle anlattılar. Ve ortaya bu film çıktı.
Filmimize kulak verenler neler yaşandığını duysun, “terörle mücadele” adı altında halkın nelere maruz kaldığını anlasın ve bunlar asla bir daha yaşanmasın…

Film Ekibi
Yönetmen: Dilek Gökçin, Yapımcı: Murat Çelikkan, Metin Yazarı: İrfan Aktan, Müzik: Ulaş Özdemir, Kamera: Hamdi Akyol, Cenk Örtülü, Ses Kayıt: Zeynel Koç, Işık: Sidar Güllü, Kurgu: Dilek Gökçin, Cenk Örtülü, Baptiste Gacoin, Ses Stüdyosu: Melodika, Ses Süpervizörü: Taylan Oğuz, Ses Tasarımı: İlker Çiftçi, Miksaj: Cenker Kökten, Yapım Asistanı (Yüksekova): Erselan Aktan, Kürtçe-Türkçe Çeviri: Erselan Aktan, Türkçe-İngilizce Çeviri: Nazım Dikbaş, After Effects: Fatih Irmak, Grafik Tasarım: Sera Dink, Renk Düzeltme: Esra Çora.

Yorumlar...

    Henüz yorum yok...

Sizin Yorumunuz...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir